İşte en ilginç konularla bilim ...
İnsanın Evrendeki Yeri |
Holografik Evren ve Zaman |
....Quantum Fiziğine Göre Bu Dünya Bir Hayal.... |
Uzaylıların İçyüzü |
Astroloji'de Depremler |
Fiziksel bedenimiz itibariyle değerlendirdiğimizde, evrendeki sayısız galaksi içeisinde yeraralan, bir galaksi içersindeki, milyarlarca yıldızdan sadece biri olan Güneşin çevresinde dönüp duran gezegenlerden, biri üzerinde yaşayan canlı varlık, insan. Aslında çok uzaklara gitmeye gerek yok! Evren, galaksiler veya yıldızların büyüklüğü bir yana, yalnızca gezegenimiz dünya üzerinde bir insanın yerine bakınca, bir bedendeki bir hücre gibi bile değil, belki bir atom nisbetinde! Varın, öyleyse, güneşin yanında bir insanın yerini siz düşünün, sonra da düşünebiliyorsanız, Samanyolu galaksisinin yanındaki yerini...
Fiziksel bedeni itibariyle, daha güneş sistemi içerisinde bir "hiç" olan insan, biliyoruz ki, öylesine özelliklere sahip ki, kendisinde öylesine bir BİLİNÇ, bir irade gücü, bir algı mevcut ki; bu onu, fizik bedenin ötesinde, yaşadığı çevreyi, dünyayı, hatta diğer gezegenleri, diğer güneş sistemlerini, kavrayabilecek düzeye ulaştırıyor. Bu kavrayış, yani bilinç, insanın fizik bedeninin sınırlarıyla kayıtlı olmayıp, beden boyutunun çok ötelerine, galaksilere, evrene ulaşabiliyor... Buradan ortaya çıkan gerçek şu ki, insan diye isimlendirdiğimiz varlık, sadece fizik bedenle kayıtlı, fizik bedenden ibaret bir varlık değil! O halde, gelin, bu kez de, insanın bilinç yönüyle yerini ve varlığının anlamanı farketmeye çalışalım ve bu yöndeki bilimsel verilere bir göz atalım...
Bilinci itibariyle insanın, Evrendeki yeri ne? İnsan bilinciyle, evreni meydana getiren bilincin bağlantı noktası var mı, varsa ne şekilde?
Fizik bedenin yer ve zaman olarak evrende bir sınırı düşünülebilir. Oysa, bilinç için ne mekansal, ne de zamansal bir sınır tanıyamıyoruz. Yani, bilinç, fizik evrenle kayıtlı bir yapı değil! Bu demek ki, bilince göre evren, yani bilincin kendi evreni, gözün evreniyle, gözle algıladığımız maddelerden oluşmuş yapıyla sınırlı değil. O halde önce, evrenin gerçek yapısı hakkında düşünmemiz gerekiyor. Nedir, evren, gerçekte?
Hemen hatırlayalım. Aslında bizim, evren diye isimlendirdiğimiz nesnelerden ibaret olan şu içinde olduğumuz yapı, sadece 5 duyumuzun duyarlılık kapasitesine göre algılayabildiğimiz bir kesittir. Tüm bu nesneler ve tüm bu dünyamız, duyularımızın sınırları içerisinde kalan kesitsel yapıdır. Duyularımızın duyarlılık sınırları dışında kalan yapıdan ise habersiziz. Örneğin gözün algılayabildiği, gözün duyarlılık sınırları içerisinde kalan dalgaboyları, gerçekte varolan sayısız dalgaboyları içerisinde çok çok küçük bir kesittir. Öyleki, gözün tesbit edebildiği ve şu anda görmekte olduğumuz nesneler, aslında, evrende varolan sayısız dalgaboyları, sayısız imajlar içerisinde, çölde bir kum tanesi misali kadardır.
Oysa, 5 duyu verilerinden yola çıkmak suretiyle, bilimsel veriler ışığında evrenin gerçek yapısını düşüncemizle keşfetmeye başladığımızda, görüyoruz ki evren, gerçekte içinde boşluğu olmayan tümel bir enerji kütlesi. Orijinal yapıda öylesine bir bütünsellik var ki, gözünüze göre, sizinle, şu anda elinizdeki bu sayfalar arasında bir boşluk var gibi görünse de, gerçekte böyle bir boşluk yok! Çünkü bu sayfalar da, sizin bedeniniz de, aradaki hava da, sırf atomlardan oluşmaktadır ve atomsal düzeyde birbirleri arasında bir sınır, bir ayrılık yoktur...
Eğer daha da ileri giderek evrenin atomaltı yapısını düşünmeye çalışırsak, karşılaşacağımız sonuç, bölünüp, parçalanması sözkonusu olmayan, salt bir enerji kütlesi olacaktır...
Beş duyu evrenimizde algıladığımız kesitsel imajlardan yola çıkarak gördük ki, evrenin orijinal yapısı bütünsel bir enerji kütlesidir. O kalde düşünelim: Varolan herşey, bu evrensel enerjiden oluştuğuna göre, içinde yaşadığımız kesitte de gözlenen düzen, bu evrensel enerji boyutunda yürürlükte olan bir düzendir. Yani, bu evrensel enerji de, aynı zamanda, varolan düzeni yürüten evrensel bilinç orjinlidir...
Evrenimizde varolan herşey, her an, her zerresinde Evrensel Bilincin hükümlerinin yürürlükte olduğu, enerjiden oluşmuştur...
İnsan bilincine gelince... Evren tümel bir enerji yapı olduğuna göre ve evrende hükmü yürümekte olan Tek bir bilinç varolduğuna göre, hiçbir insanın, hatta hiçbir nesnenin orijinal bilinci bu evrensel bilinçten ayrı değildir. Dolayısıyla insandaki bilinç, orjini itibariyle Evrensel Bilinçle aynı özden meydana gelmiştir ve dahi O'dur.
Kendini tanımak gayesiyle varolmuş insana açılan ufuk burasıdır: Bilincini madde evrenin bağımlılıklarından soyut bir şekilde tanıyabilmek ve böylece kendini, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan evrensel bilinç boyutunun değerleriyle bilmek. Çünkü, evreni meydana getiren O'na giden yegane yol, insanın kendi özünden geçmektedir...
Demek ki insan, evrendeki sayısız yıldızlardan biri çevresinde dönen bir kütlenin üzerinde yaşayan, bedenden ibaret madde yapılı bir varlık değil, gerçekte, Evreni meydana getiren BİLİNÇ ve GÜÇ'ün varlığıyla oluşmuş, tüm evrensel sırları kendinde bulabilecek kapasitede varolmuş bir bilinç yapıdır. Evren, bir galaksi veya bir insan bilinci aynı orjinlidir. Madde boyutundaki yaşamın terkedilmesiyle, kaçınılmaz bir biçimde insan, kendisini bu orijinal bilinç boyutunun değerleriyle bulacaktır. Ancak bu boyutu ne şekilde değerlendirebileceği, dünya yaşamındayken kendini tanıyabilmesi ölçüsünde olabilecektir.
Bilinç, eğer kendi evreninin değerlerini ortaya koyabilirse, sınırsızlıkta her an yeni bir özelliğini gözlemleyerek kendi sonsuzluğunu yaşayabilecektir. İnsan için en büyük felaket ise, beş duyu verileriyle bloke olmuş bir bilinçle, kendisini aynada gördüğü bir bedenden ibaret sanarak dünya yaşamının sona ermesidir...
Sonsuzluğu yaşamak üzere varken, toplumsal şartlanmalar ve bedensel bağımlılıklardan kurtulamamış bir bilinçle, yaşamın sonluluğa mahkum olması ne acıdır. Eğer ifade etmek istediğimiz değer, zaman ve mekana bağlı olarak değişim göstermiyorsa, onun EVRENSEL oluşundan sözedebiliriz. Aksi halde, şartlanma ve bağımlılıklar blokajından kurtulamamış, bilinç boyutunun sınırsız değerleriyle yaşamaktan uzak bir haldeyken, bireysel, geçici dünya değerleri için "sonsuz," veya "evrensel" gibi tanımlmaları kullanmakla, sadece kuru bir lakırdı etmiş oluruz.
Zaman, asla bizlerin düşündüğü gibi birşey değildir. Çünkü bizim "zaman'ımız", bizlerin, yani insanın algılama kapasitesinden doğan bir şekilde anlaşılmaktadır. Zaman, insanın, evreni algıladığı beş duyusunun eseri olan bir biçimde zihinlerimizde şekillenir.
Grerçekte ise, sınırı, sonu olmayan "evrensel tek bir an" mevcuttur ve bu "tek an", değerlendiricinin algılama kapasitesinden doğan bir biçimde "zaman" şeklinde algılanır.
Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle tanımlamaya çalıştığımız sınırsız ve sonsuz tek varlık, yani "BÜTÜN'e" ait tüm bilginin hologramik bir biçimde her zerrede mevcut olduğunu anlamamızı kolaylaştırmıştır. Buna göre, evrenin halografik yapısında, bizim gözlemlediğimiz evrenimizde, olmuş veya olacak diye bildiğimiz her olay, her oluşum, bilgi olarak yüklüdür. Ve yine, evren içi olan her bir varlık, bu "halografik düzenlenmiş bilgi'yi" kendi algılama kapasitesi ölçüsünde değerlendirir. Çünkü "evrensel tümel bilgi'nin" bir sınırı ve dolayısıyla bir merkezi olmaması dolayısıyla, algılamanın oluştuğu, ortaya çıktığı her noktada, algılayıcıya "bütüne ait tüm bilgi" açıktır. Ancak, algılayıcı, kendi algılama kapasitesince bu bilgiyi değerlendirebilir. Yani, algılanan bilgi, tamamen algılayıcının algılama kapasitesinin bir eseridir. Zaten, algılayıcının kendisi de oradaki bilginin özden açığa çıkışından başka birşey değildir.
"Evrensel tek an'da" evrene ait tüm oluşumların bilgi olarak mevcut olmasından dolayı, o boyutta herşey olmuş-bitmiş hükmündedir. Yani, evrenimizde ortaya çıkacak herşey "evrensel tek an'ın" kapsamında olup, bitmiştir. Ancak, sınırlı algılama kapasitesine sahip birimler, "bütüne ait bu tüm bilgi'nin" ancak kendi kapasiteleri elverdiği ölçüsünü değerlendirebilirler. O halde bizler, hologramik düzenlenmiş evrenin sadece içinde bulunduğumuz kesitine (boyutuna) ait bir bilgiyi algılamaktayız ki bu da içinde bulunduğumuz "bizim evrenimiz'dir". Algılamakta olduğumuz tüm bu bilgi, -sınırsız bir yapıdan alınan kesitsel veriler-, yani "bizim evrenimiz", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde duyularımız önüne serilmektedir. Böylece de halografik evreni kapsayan "tek kozmik an'ı", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde, yıllarla, aylarla, günlerle vs. ifade edilen bir biçimde şekillendirmekteyiz. Eğer halografik evreni bir başka kesitinden algılıyor olursak (farklı bir kapasiteyle), "şu anda içinde bulunduğumuz zaman" o boyuta göre belki birkaç saniyelik bir değer ifade edecektir. Çünkü, "bizim zamanımız", halografik evrenin sadece belirli bir kesitidir ki bu kesit belki de "kozmik tek an'a" nisbetle okyanusta bir damla bile değildir. Öyleyse, "kozmik tek an'ı" ne şekillendiriyor isek, o boyuta ve algılama kapasitesine göre bir " zaman değerlendirişi" içinde oluruz. Başka bir haldeki "zaman" algılayışımız, şimdikiyle hiç mi hiç bağdaşmayacaktır...
Nitekim, "bizim evrenimizin başlangıcı" diye kabul edilen big-bang anından şimdiye dek geçen zamanı kapsayan "kozmik yıl'a" nisbetle bir insan ömrü 10 saliselik bir anlam ifade etmektedir. Eğer bilinç boyutunda, bizde bir üst boyuta sıçrama gerçekleşirse, yani o boyutun bilgileriyle rezonansa girebilirsek veya bir diğer ifadeyle o boyutun bilgileri bizde açığa çıkarsa, içinde bulunduğumuz "kendi evrenimiz boyutu", bir rüya misali değere sahip olacaktır. Acı, tatlı günlerle, yıllarla geçen bir ömrün tamamı sanki uykuda yaşanmış bir rüya gibi hatırlanacaktır...
O halde, bizlerin olageldiğini gözlemlediği herşey, sınırsız evrenin halografik yapısında mevcut bilginin kesitsel örnekleridir. Ve bizler, "tümel bilgi'nin" bizde açığa çıkan boyutunu "yaşadığımız zaman" olarak kabul ediyor, buna göre de geriye kalanını değerlendiriyoruz.
"Kozmik tek an'a" göre ise HERŞEY, KENDİNDE, hologramik düzenlenmiş BİLGİ'den ibarettir, yani tüm zamanlar yaşanmıştır. Çünkü herşey, O'nun bilgisinde mevcuttur. Bizler dahi, O'nun bilgisinden oluşmuş, yeralan birimsel görüntülerden başka birşey değiliz!.. Fakat, aynı zamanda sahip olduğumuz bilinç yönüyle "tümel bilgi" sınırsız bir biçimde bize açıktır. Bilinç boyutunda bizde oluşacak derinliğine bir sıçrama ile, öz varlığımız, "evrensel Öz'de" mevcut tümel bilgiye vakıf olabilir. Yani, "BÜTÜN", kendi bilgisini bizde seyretmekte olur ki bu, şu anda da böyledir ve gerçek budur! Çünkü, o boyutta "tek bir an" ve "tek bir varlık" sözkonusudur. Halografik evren ise, tüm bunları kendi bilincinde oluşturan "Bilgi Sahibi'nin", diğer bir yönüyle "Sınırsız An'ın" sahip olduğu ve kendinde ortaya çıkan özelliklerinin görünür olmasından başka birşey değildir...
Acaba, mistiklerin "bütün alemlerin aslı hayaldir, çünkü herşey ALLAH'ın ilminde olmuş-bitmiştir" şeklindeki ifadeleriyle kasdettikleri Bilgi'nin "hologramik düzenlenmiş evrenleri", yani "varlığın gerçeği ve özü" müdür!.. Ve acaba,"tayyi mekan" ve "tayyi zaman" olayları, bu "hologramik bilgi'nin" değişik boyutlarına bilinç sıçramalarıyla gerçekleştirilen mekan ve zaman seyahatleri midir?..
Eğer insanlık, "Evrensel Bilinci" tanımak suretiyle günü geldiğinde kendindeki "öz değerlere" erişebilirse, belki de bu "halografik bilgi evreni'nde" değişik zaman ve mekan boyutlarına bilinç sıçramalarıyla seyahatler gerçekleştirebilecek güce erişecektir!.. Bütün bu anlatılanlar gibi, her sorunun cevabı da gerçekte evrensel hologramik bilgide mevcuttur; ancak, gerçeği, tabii ki bize "ZAMAN" GÖSTERECEKTİR...
Quantum Fiziğine Göre Bu Dünya Bir Hayâl
Beş duyumuz sınırlarında algıladığımız dünya, elle tutulur, gözle görülür katı bir madde kütlesi!.. Ancak acaba, beş duyu sınırlarının dışında, başka duyularla bakabilseydik nasıl bir dünyada yaşıyor olacaktık? Gözlemleyen bilincimiz aynı kaldığında, tam şu anda bulunduğumuz yerden, algıladığımız dünya ne tür bir ortam olacaktı ve o dünyada --eğer hala varsa--, bizim kendi yerimiz ne olacaktı? Belki bambaşka kavramlarla dolu şimdikine hiç benzemeyen bir boyutta olacaktık, diyenleriniz olabilir. Şu anda ve burada... Peki, tüm bu kesitsel görüntülerin ötesinde dünyanın aslı ve gerçeği ne?
Aslında, eskilerin, yalan mı, gerçek mi, yoksa rüya mı olduğunu bir türlü çözemediği garip bir dünyada yaşıyoruz. O kadar garip ki, kiminin umursamaya değmez sayıp adeta sefasını sürdüğü ile, kimine adeta meydan okuyan; kiminin de onunla mücadele ettiği, adeta boğuştuğu, hep aynı dünya. Oysa, bilimin ve bilimsel düşünen insanın gözünde herşey artık çok farklı!..
Bir yanda bizim gibi toplumlar ve aydınları, sadece geçmişle meşgul olup, sorunlar bulup, onları bugün tartışmakla, sözümona, çağdaşlaşma yolunda adım attıklarıyla avunadursunlar; geçmiş yerine geleceğin inşası görevini üstlenmiş, 'evrensel insanın' gerisinde kalmamaya çalışan bilim çevreleri, yepyeni dev bulguların heyecanıyla kabına sığmaz hale gelmiştir. Siz istediğiniz kadar algıladığınız bu yaşamla, dünyayla mücadelenize devam edin, düşünen insan, kendi varoluş gayesini, yaşamın ve evrenin gerçeğini nerdeyse çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla, adeta sizin ve dünyanın halini başka bir boyuttan gizli bir tebessümle seyre dalmış durumda. Bu ifadenin üzerinde duralım lütfen: Hala beş duyusuyla algıladığı dünyayla mücadele eden, veya bu algıladığı yaşamın NE olduğunu, ASLINI araştıran, gören ve ona göre seyre dalan günümüzün farklı insanı.
Medya aracılığıyla haberdar edildiğimiz dünyada olup-bitenler bir yana, birazcık okuyan ve araştıran kimsenin gözünden kaçmayan güncel bir konu var: Birçok bilim dalı, özellikle Astrofizik, Kuantum Fiziği, Gen Mühendisliği gibi popüler bilim dalları, geldiği noktada artık, insanın içinde olduğu evrensel sistemi, insan düşüncesinin ‘Yaratıcı Düşünce’ ile olan bağlantısını ve dahi 'Tanrı' diye bilinen kavramın ne olduğunu çözmekle meşgul. Piyasada hiçbir yeni fizik veya genetik kitabı yoktur ki Tanrının ve insanın bilincinden bahsediyor olmasın, hatta tamamen konusu bunlar olmasın. Astrofizikçi Stephen Hawking'in dediği gibi, insanlık kendi gerçeğini açıklayan ‘Tek Tümel Kuramı’ buluncaya kadar bilimin içine girdiği bu hızlı arayışının sonu gelmeyecek...
A.B.D.'nde görüştüğüm gen mühendisinden işittiğim ve beni en çok şaşırtan bir ifade şu oldu: Artık bulgularımız sürekli olarak, beklentilerimiz doğrultusunda gerçekleşmekte! Dahası, diiyordu, şaşırtıcı olan o ki, gen mühendisliğinde öyle bir yerdeyiz ki, şimdi bulgularımızı, beklentilerimiz belirliyor! Sayısız diyebileceğimiz ihtimaller içeren bir sarmalda, hangi muhtemel genetik dizilimin etken olmasından şüpheleniyorsak, karşımıza mutlaka o dizilim çıkıveriyor. Bilincimiz neyi keşfetmek üzere bizi harekete geçiriyorsa, sonunda o şeyi keşfediyoruz. Bu ifadelerin anlamı şuydu: Düşüncemiz, bulgularımızı belirleyici olduğundan; sorumuz, bilginin yarısı anlamına geliyor. Buradan şu sonuca varıyordu: Bu demek ki, deney, deneyin sonucu ve bilincimiz aslında aynı bütünün birbiriyle ilintili elemanları gibi, birbirinden ayrı değiller ve moleküler düzeyde dahi bu çözülmemiş bağlantının eserleri gözlemlenebilmektedir.
Gen mühendisliği konu olurken, biz henüz tüp bebekleri hatırlıyoruz. Klonning gibi değişik tarihlerde aynı bebeğin kopyelerini dünyaya getirme çalışmalarını bilenler ise biraz daha ilgili olanlarımız. Oysa, gen mühendisliği araştırmalarını yakından takip edenler, yukardaki düşüncelerle ve hatta dünyanın bir organizma olduğu, dahası her organizmanın kendinde gizli programını ortaya koyduğu, suç diye birşeyin omadığı, gibi düşüncelerle bambaşka gerçeklerle içiçe gelmiş durumdalar...
Paralel şekilde, Atom Fiziğinde de, gözlemci, deneyin bir parçası kabul edilir. Durum daha da açıktır. Atom fiziği alanında, dünyada gözlediğimiz birimsel yapıların, kendi başlarına, yani Evrensel Bütünden ayrı olarak hiçbir anlama sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Kuantum fiziği, içinde yaşadığımız dünyayı, gözümüzün yanıldığı gibi, birbirinden kopuk, ayrı ayrı bireysel elemanlara ayıramayacağımızı göstermiştir. Fiziksel olarak madde diye gördüğümüz nesnelerin derinliklerine inildikçe, karşımıza çıkan, dünyadaki bütün nesneler arasında varolan karşılıklı bir ilişkiler dokusudur. Yani evrenin esasında her zerresi birbiriyle ilintilidir, hiçbir şey, hiçbir zaman tümden bağımsız hareket edemez.
Burada dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli nokta şudur: Tesbit edilen bu ilişkilerin en önemli elemanı, gözlemcinin kendisidir. Çünkü gözlemcinin kendisi de olayın bir parçasıdır ve bu Evrensel Bütünden ayrı, ya da bağımsız değildir. ‘Ben’ ve ‘evren’ ayrımı, hatta ‘madde’ ve ‘mana’ ayrımı atom altı düzeye inildiğinde, kaybolmaktadır, geçersiz kalmaktadır... Atom fiziği, işin içine insan bilincini katmadan evren hakkında konuşamayacağımızı, açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. Çünkü tüm evren, her zerresine kadar aynı bütünlüğün ve tekliğin ifadeleridir. Biz ise bu bütünlüğü algılayamadığımızdan, gözümüzün daracık kapasitesi dolayısıyla madde, ve maddelerinin hepsini birden de evren diye kabul ediyoruz. Oysa, gözün yanılsadığı gibi insanın dışında, sayısısz parçaların birleşmesinden oluşan bir evren olmayıp; sadece sonsuz ve tek bir Bütün vardır. Yani, Modern fizik, evrensel düzeni, birbirine bağlı olan, ayrı ayrı parçalara bölünemeyen, parçalara ayrılması sözkonusu olmayan bir bütünlük olarak görmektedir. Ayrıca bu bütünlük ile onu gözlemleyen ve araştıran bilinç arasında da bir birliktelik vardır, ayrılık yoktur.
İşte bu anlayış çerçevesinde, 'zaman ve uzayın' kafamızdaki klasik anlamları geçerliliğini yitirmiştir. Doğru zannettiğimiz, Evrenin birbirinden bağımsız nesnelerden oluştuğu görüşü ve klasik sebep-sonuç ilişkisi gibi kavramlar geçerliliklerini tamamen yitirmişlerdir. Artık evren, fiziksel ve düşünsel ilşkilerin birbirini karşılıklı olarak etkilediği büyük bir sistem ağı olarak algılanmaya başlanmıştır ve bu ilişkiler, yalnızca, tek Bütünle olan bağlantı aracılığı ile açıklanmaya çalışılmaktadır.
Fizikçiler, doğal fenomenler olarak kabul ettiğimiz bütün algıların, aslında insan düşüncesinin ürünleri olduklarını ortaya çıkarmışlardır. Bu ürünler de gerçekliğin kendisinden çok, gerçekliğin kavranılmasına yarayan kesitsel imajlar anlamına gelmektedir. Buna göre yaşadığımız, istisnasız tüm olaylar ve oluşumlar, evrendeki herşey, kesinlikle birbirleriyle ilintilidirler. Ve yaşamın gerçeğini anlayabilmek için de önce 'Tümü' anlamamız gerekmektedir. Zira, gerçekte varolan ve yaşayan O Tektir.
Bu bulgular sonucunda, Yeni Fizik, insanın bilincinin dışında, evrenin ötesinde, mekansal veya boyutsal bir tanrı fikrini reddetmektedir. 'Tanrı' ismiyle farkettirilmek istenen, insanların kafasındaki imaj değil, esasında, sadece ve sadece kendisi varolan, insan bilncini de kapsayan, insan bilincinin birliktelik arzettiği sınırsız Tek'tir. Dinsel ve Mistik kaynaklarda bildirilen Onun Tek oluşu, kendisinin sınırsızlığı ve yalnızlığı dolayısıyladır. Çünkü varolan Bütün, parçalara ayrılamayan sınırsızdır ve kendi dışında başka hiçbir şey olmayan Tektir...
Tüm bu bilimsel veriler ışığında, evrenin ve insanın klasik algılanış biçimi bir reforma hazırlanmaktadır. Bu, belki çok yakında kendimizi içerisinde bulacağımız düşünsel bir reform olacaktır. Bu gördüğümüz madde ve ayrı ayrı nesneler, esasında pratik açıdan yarar sağlayan birer var kabul edişten ibarettir. Kuantum kuramı gözünde, serbest ve ayrı fiziksel varlıklar kavramı, yalnızca bir idealleştirmeden, yani düşünsel olarak var kabul etmekten başka birşey değildir. Bu demektir ki fiziksel olarak var kabul ettiğimiz herşey, esasında düşünsel olarak var kabul edişimizden ibarettir. Gözümüz dolayısıyla yanılsadığımız maddi, nesnel bir dünyada değil, gerçekte düşünsel bir evrende yaşıyoruz. Bu düşünsel evren kendi sistemine göre, kendi yaşamını kesintisiz olarak sürmektedir.
Ancak bizler, kendimizi bu öz düşünsel değerlerle tanıyamamaktan ötürü, orijinal sistemi ve kendimizdeki evrensel düşünceyi sürekli olarak algılayamamaktayız. Bu da beynimizin nesnelerden oluşan görüntüsel dünyayla bloke olmasına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda, aslında bir anlamda hayal olan, eskilerin ifadesiyle yalan bir dünyada, kendimizi şartladığımız, bağladığımız bireysel isteklerimize göre yaşıyor, onlar gerçekleşince mutlu, gerçekleşmeyeince üzüntülü oluyoruz...
Oysa, insanın bilinciyle birliktelik arzeden Evrensel Bütün kesintisiz bir şekilde kendi özelliklerini, kendinde yaşamaktadır. Tamamen bizim şartlanma ve beklentilerimizden bağımsız biçimde. Ve eğer biz, algı kapasitemizi bilgimizle ve beyin geliştirme teknikleri ile genişletebilirsek ve dünyaya, şartlandığımız nesneler birikimi olarak değil, gerçek düşünsel değerleriyle bakabilirsek, o zaman gerçeği görme imkanına erişebileceğiz. Bu da kendimizdeki evrensel bilinç boyutunun değerleriyle göresel olmayan bir yaşamı getirecektir.
Acaba Hawking'in aradığı, anlaşılması gereken Birleşik Kuram, bu 'Tek' ve 'Tekin gözüyle bakış' mıydı? Buna 'evet!' demek olası. Varlığın gerçeğini kavramanın yegane yolu, 'bedenden ibaret bir birim olduğumuz inancıyla bakışı' terk edip, özümüz ve bilincimizin aslı olan Tek'in gözüyle bakma erdemine ulaşabilmektir. Bunun tek yolu da önce Tek'i ve Onun düzenini bilebilmektir. Doğayı ve olayları alıştığımız klasik biçimde değerlendirişimiz, tamamen bir yanılgıdır. Bunun için, çevremizde ve doğada olup-bitene, dünyaya, şartlanılmış klasik gözle, madde yapılı bir birey olduğumuz zannıyla bakmak yerine, her şeyin yerli yerince olduğu ve görenle görülenin ayrılığı olmadığı tek bir bilinçle bakabilmek gerekir. Bunu da ancak kendi düşüncemizde yaşamamız gereken bir reformla gerçekleştirebiliriz. O an, dünyamız, bir başka dünyaya dönecektir ki asl olan orijinal yapı da odur...
Evet, uzağında kaldığımız son bilimsel bulgular ve çağdaş düşünce bunları söylüyor. Aslında mistik düşünce de yüzyıllardır aynı gerçekleri vurguluyor. Dememiş mi bir Hacı Bayram Veli:
'Bayram ÖZÜ bildi,
Bileni O'nda buldu,
Bulan O Kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni!..'Bizim aydınımız, kitaplığını dolduran 'Mezhebler ve Sorunları', 'Başkan Nereye Koşuyor', 'Nasıl Giyinmeliyim', 'Bastırılmış Kadınımız', 'Ekonomik Darboğazımız' gibi eleştiri ve tarih kitaplarıyla övünedursun, nesnel sorunlarından biraz olsun düşüncesini soyutlayabilmiş toplulukların kitapçılarında , 'Evrenin Gerçeği', 'Tanrının Aklından Geçenler', 'İnsan Beyninin Bilinmeyen Güçleri', 'Evrensel Sırlar', 'Atom Fiziği ve Tanrı', 'Holografik Evren' gibi kitaplar satışta ilk sıraları almakta. Düşünen insan bu bulgular ışığında herşeyden önce kendini anlamaya çalışmakla ve geleceğini şimdiden kavrayabilmekle meşgul. Siz isterseniz, 'bu kadar ekonomik, siyasi sorunumuz varken bunları çözmeyi bir yana bırakıp ta atom fiziğinin bulgularına göre yaşamaya çalışmakla mı ömrümüzü geçirelim, bu sıkıntılar nasıl çözülecek?' diye karşı çıkın. Size sadece, ‘Haklısın dostum, senin varoluş gayen de bu olmalı,’ diyor ve ekliyor, ‘ancak unutma, bütün bunlarla uğraştığını söylerken beyin kapasitenin sadece maximum %7'si gibi bir kısmını kullanıyorsun. Dahasını, dünyanın aslını kavramak için, biraz da geriye kalanını kullanmaya çalışsan! Kendini sadece fizik dünyayla kayıtlamayı biraz aşsan! Unutma, herşeye rağmen, senin kendin kadar kıymetli bir hazinen yoktur ve kendinden başkası için de var değilsin,’ Ve hatta bizim Türkmenoğlu Yunus'umuzun bir dörtlüğüyle bulunduğu boyuttan gülümsemesine devam ediyor::
‘Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülkte yalan,
Var, biraz da sen oyalan...’
Hangi eğitim ve kültür düzeyinde olursanız olun, kendinizi ne tür şartlanmalarla bloke etmiş olursanız olun, kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek vardır ki, o da insanların büyük çoğunluğunun kabul ettiği ve değişik isimler ile andığı, insanın yanısıra dünyamızda mevcut olup, her an algılanamayan bir takım varlıklar mevcuttur.
"Cin" kelimesini duyduğumuzda genelde birçok kişi "hadi canım!", "olur mu öyle şey!" gibi sözlerle hemen inkar ediverirdi. Oysa, tesbitlerimiz gösterdi ki, kendilerini "uzaylılar" veya "uçan daireler" olarak tanıtan varlıklar aslında dünyanın birçok yerinde çok eskiden beri gözlenen "cinlerden" başkası değildir.
Bir önceki yazımızda, kendilerini UFO veya "uzaylı" diye tanıtan varlıkların zannedildiği gibi yeni bir fenomen olmadığını, "yeni bir şekle bürünmüş eski bir fenomen olduklarını" bu konuyla ilgili eserler vermiş Batılı araştırmacıların ağzından açıklamıştık. Ve yine, Ortaçağda yazılmış eserlerde yeralan "elves and gnomes" denen "cinler ve perilerle" veya Anadoluda yazılmış kaynaklarda geçen "cinler, hayaletlerle" veya Şamanların, Avrupalıların efsanelerinde geçen "dragon kafalı yüzen gemiler olarak görünen cinlerle" aynı özellikleri taşıdıklarını belirtmiş ve değişen tek şeyin, sadece göründükleri zamana ve kültüre uygun yeni bir şekle girmiş olmaları konusunu açıklamıştık. Eskiden hayalet, peri gibi çeşitli görüntülerle insanları oyalayan cinler, şimdiki komputer nesline de uzay gemileri olarak görünmekte ve kendilerini uzaylı olarak tanıtmaktadırlar. Oysa, mantıki ve bilimsel gerçekler ortaya koyuyor ki, ne evrenin başka bir yerinden gelmeleri sözkonusudur, ne uzay gemilerine sahip olmaları, ne de insanlığa yeni bir teknoloji sunmaları! Sadece, dünyamızda bizlerle beraber, içice, ancak farklı bir boyutsal katmanda yaşayan ışınsal yapılı varlıkların insanlık tarihinden beri çeşitli ortam ve zamanlarda görülmesi ve inanan saf insanları hükümleri altına almalarıdır, olay.
Şimdi incelememize kaldığımız yerden devam edelim…
Önce birkaç önemli noktayı vurgulamalıyız.
Birincisi, kendilerini "uzaylılar" veya "UFOlar" diye tanıtan varlıklar gerçekte isimlendirildikleri gibi "fiziksel nesneler" değillerdir. Yani UFO (Unidentified Flying Objects) ismindeki gibi "Tanınmayan Uçan OBJELER" değillerdir. Çünkü fiziksel nesne özellikleri taşımıyorlar. Görenlerin anlattıklarına göre, büyüklükleri değişebiliyor, birden bire gözden kayboluyorlar, yok olup gidiyorlar, hiç yoktan ortaya çıkıyorlar veya renk değiştiriyorlar ve hatta durmadan şekil değiştiriyorlar. Kısacası yaptıkları hareketler, fiziksel bir nesneden beklenen şeyler değil, daha çok holografik projeksiyonları andırıyorlar. Ayrıca, yarım yüzyıldan beri bu son şekilleriyle gözlemlenmelerine rağmen, yeryüzünde olmayan herhangi bir nesne veya teknolojiyi dünyaya bırakabilmiş değiller.
İkincisi, elimizde onlardan ulaşmış fiziksel bir veri olmadığına göre, bu konunun bilim adamı veya uzmanı sözkonusu olamaz. Ufolog, Uçan Daire Uzmanı gibi ibareler, sadece bu konuya ilgi duyan, heyecanlı insanların kendi yakıştırmalarıdır. Ayrıca, bunlarla karşılaşan insanlarının gözlemlerinin rapor edildiği çok sayıda dosya dışında, uzaylı diye tanınan bu varlıklardan edinilmiş ne bir nesne, ne bir fiziksel veri, ne de bunların incelendiği bir laboratuvar dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir.
Günümüzde "Uzaylı" diye tanınan, geçmişteki adıyla "cinlerin" yapısını anlayabilmek için, önce evrenimizin yapısını bilmek zorundayız…
Daha önceki yazılarımızdan hatırlanacağı üzere, evren, gerçekte sayısız katmanlardan meydana gelmiş quantum orjinli bir yapıdır ki, algılama araçlarımız dolayısıyla şu anda bizim içinde bulunduğumuz katman bunlardan sadece birisidir. Bizim duyu araçlarımızla tesbit edebildiğimiz ışınsal katmanın yani fiziksel evrenimiz olarak tesbit ettiğimiz dalga boylarının dışında sayısız dalgaboyları, sayısız makro veya mikro yapılı titreşimler ve bunların oluşturduğu sayısız katmanlar mevcuttur. Her bir katman kendi algılayıcısına göre bir yaşam ortamıdır ve her katmanın kendi yaşayanları vardır. Bizim yaşadığımız evrenimiz bunlardan sadece birisidir.
Aynı gerçek, geçmişte mistik eserlerde, insanın beş duyusu vasıtasıyla algıladığı "bu alemin" dışında, daha başka sayısız "alemler" olduğu ve her bir alemin de kendi yaşayanları olduğu şeklinde açıklanmıştır.
Ükemizin Doğu ve Batı arasında köprü teşkil eden konumu dolayısıyla, Doğulu bilginlerin dini, mistik kaynaklarını ve Batı dünyasının fiziksel araştırmalara dayalı bulgularını birarada bulma imkanına sahibiz. Bu imkan bizi, belki dünyanın başka bir yerinde mümkün olmayan keşiflere götürmektedir. İşte bu satırlarla, böylesi bir gerçeği bilimsel bir dergiden ilk kez dünyaya duyuruyoruz. Yaklaşık yarım yüzyıldan beri çeşitli çevrelerde gözlenen ve özellikle Batı dünyasını meşgul eden, ne olduğu araştırılan "uzaylılar," diğer tabiriyle UFO diye bilinen varlıklar, yüzyıllardan beri özellikle Doğuda bilinen "cinlerin" kendilerini çağımız insanının eğilimlerine göre yeni bir şekilde sunmalarından başka birşey değildir...
Tabi olduğumuz evrensel sistemi açıklayan kitabımız Kur'an, cinlerin yapılarını tanımlarken "semum" ve "maaric" kelimelerini vurgular. Gözeneklerden geçebilen, zehirleyici etkiye sahip ve dumansız ateş anlamlarına gelen bu kelimelerin bugünkü karşılığını "ışınsal, dalga titreşim" veya "radyasyon" şeklinde anlayabiliriz.
"Cinler" veya "uzaylı" diye bilinen varlıklar, tıpkı "x-Ray" veya "Gamma ışınları" gibi, benzer bir ışınsal dalga titreşimden oluşmuş, insanın çıplak gözle algılama kapasitesinin dışında kalan, farklı bir boyutsal katmanın yaşayanlarıdır.
İnsanlarla iletişimleri, beyne gönderdikleri bu türden titreşimler vasıtasıyla olmaktadır. Bu tür titreşimlere hassas olan beyinler, benzer bir etki aldıklarında, o etkiye karşılık gelen bir varlığı gözlemlemekte veya o varlıktan kendi içlerine bazı bilgilerin doğmakta olduğunu kabul etmektedirler...
Kendilerini "uzaylı" diye tanıtan "cinlerin" ne tür bir amaca hizmet ettikleri konusuna gelince...
Bu konuda eserler veren Batılı araştırmacıların bulguları ülkemizde yazılmış, "RUH-İNSAN-CİN" isimli eserini kaynak aldığımız Araştırmacı-Yazar Ahmed Hulûsi'nin "uzaylılar" konusundaki açıklamalarını desteklemektedir. Amerikalı iki havacı subay N.Pachew ve T. Blann, sadece gerçeğin ortaya çıkması için yazdıklarını belirttikleri ve yakın zamanda yayınlanan eserlerinde, dünya dışı yaratıklar olarak görünen varlıkların, aslında, insanları aldatmakta olan ve inançlarını zayıflatmaya çalışan eskiden beri şeytan diye isimlendirilen varlıklar olduğunu belirtmektedirler. Gerçekten dini kaynaklarda da şeytanlık özelliğinin son derece zekice davranabilen cinlere ait olduğu ifade edilir. Kur'an'da "şeytan diye tanımlanan varlığın, cin olduğu açıkça belirtilmiştir."
Uzaylılarla iletişimde olduğunu bildiren kişilerin yayınladıkları eserler tetkik edildiğinde görülmektedir ki, "cinler" yerleşik inançları zayıflatmak için kendilerini insanlığın yeni ve gerçek kurtarıcısı yerine koymaktadırlar. En büyük arzuları ise insanları hükümleri altına almaktır. İletişime geçmek için genellikle insanların dinsel eğilimlerine göre davranmakta ve inanç biçimlerini etkilemektedirler. Bunun için inanan kimselere kendilerini geçmişte yaşamış büyük zatların ruhları olarak tanıtmakta, onların adına "Altın Çağ Bilgi Kitapları" yazdırmakta, reenkarnasyon vaadlerine inandırmakta, Yüce ruh, Ana Rab, Işık boyutu gibi kavramlarla gökteki, başka bir galaksideki bir tanrıdan mesaj getirdiklerini iddia etmekte, kendilerinin insanlığın kurtarıcısı olduklarını empoze ederek süper şeytanlık örnekleri vermektedirler. Açıkçası, İslam'ın bildirdiği "ALLAH" kavramından habersiz olan saf insanları göklerde oturan bir tanrı ile bağlantıda olduklarına ikna edip, insanları dini konularda bilgilendirme görevini üstlendiklerine inandırmaya çalışmaktadırlar. Görünen o ki, kurtuluşa ermek, yabancılarla kozmik organizasyona geçebilmek, uzaya açılmak gibi olmadık hayallerle insanları peşlerinden sürüklemekten başka hiç bir kabiliyetleri olmayan bu varlıklara, orijinal dini bilgilerden yoksun, araştırmadan yoksun birçok saf kimse herkesten farklı oldukları ve olağanüstü bir maceraya girdikleri edasıyla kolaylıkla kanmakta ve onlardan yardım bekleyerek yaşamlarını tüketmektedirler. Şeytanın, yani cinlerin yüzyıllardan beri yaptıkları yegane iş bundan ibarettir: Saf, bilgisiz, araştırmadan yoksun insanları, "ALLAH" ismiyle bildirilen varlığı anlamaktan uzak tutmak için egolarını okşayarak oyalamak ve hatta her birinin bir tanrı olduğu hayaliyle saf insanları kandırıp kendilerine bağlamak; böylece fizik bedenle sona erecek yaşamın ardından geçilecek ruh boyutu yaşamda onlara üstünlük elde edebilmek...
İster "uzaylı" ister "UFO" veya başka birşey densin, "cinlerin" etkisinde kalmış beyinlerin, ortaya koyduğu davranışlarında en göze çarpan özellikleri şunlardır:
- Mantıksal bütünlükten yoksun olmaları, ifadelerinin sürekli birbiriyle çelişmesi,
- Büyüklük duygusunun aşırı gelişmiş olması, hatta bireyin kendini bir veli, peygamber, yahut bir tanrı kabul etmesi,
- Kendini kontrol mekanizmasının çok zayıf olması, kolayca bağlanma ve tabi olma,
- Sürekli tekrarların mevcut bulunması.
Bir şeyin cin kaynaklı olup-olmadığını anlamanın ve cinlerden korunmanın en etkili duası Kuran'da verilen şu ayetlerdir… (Günde bunların 40 ile 100 kez zikredilmesi, tüm cin kaynaklı sorunlara karşı, beynin ürettiği dalgalarla kişinin çevresinde ışınsal bir korunma alanı oluşturur):
"Rabbi enniy messeniyyeş şeytanu bi nusbin ve azab. Rabbi euzu bike min hemezatiş şeyatiyni ve euzu bike rabbi en yahdurun"
Bireysel düzeyin üzerinde toplumsal düzeydeki etkileri değerlendirildiğinde Jüpiter enerjisinin, din, inanç, kanun, hukuk, ticaret, sigorta, ekonomi türünden konularla ilgili olduğu tesbit edilmiştir.
Aynı şekilde, Saturn, toprak, emlak, inşaat, yeraltı, yapılanma, otorite, devlet, yetkililer ile,
Chiron, maneviyata yönelim, hakikatin araştırılması, bilginin değerlendirilmesi, ölüm, yaraların iyileştirilmesi, gönüllü faaliyetler, hayırseverlik ile,
Üranüs, nakil yolları, gaz ve su tesisleri, havacılık, gemicilik, bilimsel keşifler, teknoloji dernekler, elektrik, enerji türünden konularla ilgilidir.
Neptün, sosyal faaliyetler, insani amaçlı uğraşlar, isyanlar, kanun dışı olaylar, hastaneler, hapishaneler, hayır kurumları, donanma, suç ve skandallar, kimyevi maddeler, petrol, toplumsal psikolojik sorunlar ile,
Plüto, yeraltındaki faaliyetler, yeraltından yeryüzüne çıkışlar, ölüm, mezarlıklar, köklü değişimler, bir dönemin bitimi gibi konular ile igilidir.
Son haftalarda bu konular ve buraya yazamadığımız nicelerinin gündemden düşmemekte oluşu, bu gezegenlerin enerjisinin dünya üzerinde ve özellikle de Türkiye coğrafyası üzerinde yoğunluğunun sonucudur.
Satürn'ün güneş çevresindeki bir turu yaklaşık 30 yıl, Üranus'ünki ise 84 yıl sürer ve her 46 yılda bir bu gezegenler kavuşum konumuna gelirler.
Satürn ve Üranüs'ün bundan önceki kavuşumu 1988 yılında gerçekleşmiştir ve bu yıllar Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa'nın bitişinin başlangıcı olarak bilinir. Ondan önceki kavuşum ise 1942 yılına, yani II. Dünya Savaşı yıllarına rastgelir.
Satürn, yapılanmayı, sabitliği, mevcudun muhafazasını desteklerken, Üranüs, eskinin ortadan kalkmasını ve yeniye yer açılmasını destekler. Bu iki gezegenin birbiriyle sert etkileşimi sırasında dünya üzerindeki etkileri ise, zelzele, patlama, volkan fışkırması gibi şiddetli sarsıntı, sarsılma, yıkım ve değişim ile karakterize olunur.
Saturn ne kadar sabit tutmaya, kısmaya yönelik enerjiye işaret ederse, Üranüs o kadar aksine, değişime, kurulu olanı bozmaya hizmet eder. Bir anlamda Satürn maddi yapıların şekillenmesine, Üranüs te maddenin getirdiği kayıtlılıkların ortadan kalkmasına vesile olur.
İstatistiki araştırma sonuçlarına göre, özellikle bu 2 gezegenin karşılıklı etkileşimi, toplumsal değişim, reform, yenilenmeye işaret eder ve açının sert veya uyumlu olması da bu değişimin ne tür olaylarla geleceğini belirler.
90 ve 180 derecelik açılar, değişimin şiddet ve yıkımla, 60 ve 120 derecelik açılarsa nisbeten uyumla, barışla, insancıl yaklaşımlarla geleceğine işaret olarak değerlendirilir.
Bu gezegenlerin açı yaptığı sıralarda eski ile yeni gittikçe güçlenen biçimde kutuplaşır, mesela 68 hareketi diye bilinen gerçekte 1965 yılında başlayan gençliğin yerleşik toplumsal yapıdan ayrılmaya yönelik hareketleri, bu gezegenlerin karşılıklı zıt açısına bağlanır. Ayrıca modern teknolojinin, hatta toplum tarafından bilinmeyen icatların pratikte kullanıma geçilmesi bu dönemlerde olur.
Satürn ve Üranüs 90 veya 180 derecelik açılarla zıtlaştıklarında, kurulmuş olan düzen ve yapının, zamanın getirdiği gelişme ve büyümeye engel teşkil ettiği ortaya çıkar. Sarsıntı ve yıkım sadece fiziksel planda değil, insanların zihinsel faaliyetlerinde ve bakış açılarında da etkisini gösterir. Değer yargıları, otoriteye güven, şartlanmalar, yerleşik alışkanlıklar, psikolojik sağlık ta bu sarsıntılardan nasibini alır.
Genellikle sosyal aktiviteler, sivil toplum hareketleri ve entellektüel yorum ve açıklamalar artar. Uluslararası ilişkiler daha çok ön plana gelir. Önceden kestirilemeyen hadiseler vuku bulur ve bunlara göre değişimler gerçekleşir. Sosyal bakımdan olumlu sonuçlar veren, insanlık için yapılan grup faaliyetleri ön plana geçer. Daha çok özgürlük ve serbest hareket imkanları doğar. Mevcut şartlar ve kalıplar terkedilir. İnsanlar böyle dönemlerde başkalarının kumandası altında yaşamaya boyun eğmez olurlar.
Değişim kaçınılmazdır ve daha önceki dönemlerde yumuşak geçiş başarılamamışsa, kısıtlayıcı faaliyetlere uzun süre takılı kalınmışsa, bu kez değişim şiddetle gelir.
Zamana ayak uydurmak için böyle bir dönemde geçmişin bağlarından kurtarıp yeniye açılmaya hazırlanılmalıdır. Eğer zamanında bu bağımsızlık elde edilemezse, değişim yine de gelecektir ve gerçekleşmesi şiddetli ve ani biçimde olacaktır.
Ülkemiz'de özellikle son yıllarda yaşanan karmaşanın yüzeyinde neler görünürse, görünsün; temelinde aslında 1996'da Üranüs'ün Kova burcuna ve Pluto'nun Yay burcuna girmesiyle hızlanan eski ile yeninin yer değiştirme mücadelesi yatmaktadır.
Bu yenilenmeye ayak uyduramayacak beyin programıyla varolanlar, kendi dönemlerine ait eski değerlerin muhafazası için, yeni nesli hiç mi hiç ilgilendirmeyen konuları gündemde tutmakta ve şartlandıkları davalarında haklılıklarını kanıtlamak uğruna, karşıt düşünceleri sorun olarak yansıtmakta; bu sayede de kendilerine ve konumlarına karşı doğurulan ihtiyacı muhafaza etmektedirler. Bunlar genellikle, doğum haritasında sabit ve toprak faktörlerin ağır bastığı, değişimi güç kabul eden bireylerdir.
Oysa zamana ayak uyduran, özellikle hava grubu burçlardan güçlü etki almış, 1960'lı yıllar ve sonrasında dünyaya gelen nesillerin gözünde eskilerin sorun diye niteledikleri ve karşısında mücadele verdikleri konuların çok büyük bir bölümü hiç bir değer ifade etmemektedir… Örneğin, insanların giyim-kuşam şekilleri, zamana ayak uyduran neslin gözünde hiçbir zaman öncelikli dikkate alınan bir konu değilken, geçmişte bununla birbirlerini yargılayan ve bunun karşısında veyahut tarafında durarak belirli konum edinmiş olanlar, kendi konumlarının ayakta kalabilmesi için bu mücadelelerine devam etmekte, kendi bakış açılarına göre getirdikleri kısıtlamalarla gelişmenin önünü tıkamaktadırlar. Ne insanların giyim kuşamı, ne geleneksel inanç biçimleri, ne bir ideoloji uğruna yaşamları, ne izm ler ve ne de benzeri geçmişin temeline dayalı bakış açıları bugünün dünyası için öncelikli konular değillerdir. Eğitimden, çalışmaya tüm organizasyon biçiminin tepeden aşağı değişimi ve her alanda birliğin tesisi en büyük ihtiyaç haline gelmiştir. Gezegenlerin gidişatı göstermektedir ki, eskimiş bakış açılarının bu rüzgar karşısında ayakta durması ellerindeki güç kadar kısıtlamalar getirebildikleri çok kısa bir süre mümkündür, artan bu enerjiye direnme sona erdiğinde, krallıklar dahi yıkılmaya mahkumdur…
Yazının kapsamını genişletmemek için bu aradaki Pluto, Mars ve Chironun Yay burcundaki kavuşumuna yer vermiyorum. Kısaca, bu kavuşum, maneviyata yönelik bilinçli yaşam ile maddiyat ve beş duyu verileriyle ksıtlanmış yaşamın birbirinden ayrılmasına ve inancın dünyaya yön verir güce erişmesine işarettir.
Üranüs ile Satürnün 90 derecelik açısı, yaklaşık 1 yıl boyunca çok güçlü biçimde toplumları etkileyecektir. Yeni bir gelecek kurmak için her alanda reform ihtiyacı doğacaktır. Yerleşik eski otoriteler ve yetki sahipleri ile çatışmalar kaçınılmazdır. Bu sebeple devamlı farklı görüşte karşılıklı kutuplaşmalar oluşur. Her birey tplumsal, sosyal yapının faydası ve faydasızığı konularıyla ilgilenir ve yeni bir gelecek kurmak için reform ihtiyacı iyice belirginleşir. Geliştirilmiş ancak uygulamaya konmamış teknolojiler kısa sürede yaygın biçimde uygulamaya geçer. Sosyal reformla ilgili göreve hazır olanlar kendilerini bu konumlarda bulabilirler.
Satürn, Üranüs ile Ayın etkileşime girmesi de Astrolojide sarsıntı ve depremlerin açısıdır.
Kanaatimce 17 Ağustos 1999 Türkiye depreminde Üranüs ve Satürnün 90 derecelik zıtlaşmasının astrolojik etkisi yanısıra, Ayın Güneşle kavuşumuyla (Güneş tutulması) oluşan güçlü çekimin sonrasında, ayrılmayla ortaya çıkan boşalma, zaten 1939 yılından beri Batıya doğru ilerlediği görülen K. Aadolu fay hattındaki hareketin bu bölgelde devamını tetikleyici etki yapmıştır.
Ay, Astrolojide korunma güdüsü ve bağımlılıklara işaret eder. Üranüsle karşılıklı açısı bunları koparır, bozar.
Ayın Saturn le sert açıları, iç dünyanın da zorluklarla karşılaşması anlamına gelir. İtilme, kıstırılma, bloke olma, yaralanma karşılaşılan durumlardan bazılarıdır. Kendini güvende hissetme ihiyacının tatmini tehlike altındadır. İlişkilerde soğukluklar, kopmalar, kayıplar, zorunlu ayrılıklar ortaya çıkabilir. Şartlar kişinin başkalarından yardım almadan kendi kendine yereterli olmayı öğrenmesini gerektirebilir.
Saturn-Üranüs sert açısıyla doğan oluşumlar 1 yıl süreyle devam eder.
Ayın her 30 günde periyodik olarak bu açıyı tetiklemesi, her 7,5 - 15 ve 22,5. günde de sert açı yapmasını da hesaba katarsak, bu bir yıl boyunca sarsıntıların devam edeceği haritalardan yorumlanabilir. Ayrıca Neptün ve Ayın 180 derece açısıyla, Plüto, Chiron ve Mars kavuşumunun büyük kayıplara yol açacağı yorumlanabilir. Ancak her yıl 3 ile 5 büyüklüğü skalasında 50.000 den fazla yer sarsıntısının meydana geldiği hatırlanmalıdır.
Astrolojiyle belirli zaman dilimlerinde muhtemel olaylar açıklanabilmekle birlikte, şu yerde, şu gün, şu saat ve şu büyüklükte bir deprem olacak şeklinde ortaya atılan öngörülerin Astrolojiyle ilgisi sözkonusu değildir.
A:hover { COLOR: white } A { CURSOR: hand } A { }
This page desing by BELL © 1999